‘Tarikatlar ve cemaatlerle ilgili temel mesele

Alp Altınörs

Türkiye bir süredir, İstanbul Sancaktepe’de bir cemaat vakfında yaşanan, o cemaatin şeyhi Yusuf Gümüşel’in H.K.G adlı kızını 6 yaşında iken Kadir İstekli adlı bir müridiyle evlendirmesi ve bu yolla kız çocuğunun yıllar süren sistematik tecavüze maruz kalması skandalını konuşuyor.

Yine, bu cemaatin, H.K.G 14 yaşındayken yapılan bir soruşturmada elindeki olanaklarla bu suçun üstünü örtebildiği, bu konuda hem devlet hastanesinde hem de savcılıkta suç ortakları bulabildiği de dikkat çekiyor.

İktidar çevreleri olayı münferit sayarak geçiştirme eğilimindeler. Onlara göre, ülkede tarikat ve cemaatlerle ilgili sorun yoktur. Arada böyle ‘çürük elmalar’ çıkarsa, onlar da ayıklanır. Nitekim bu olayda da kamuoyu tepkisini dindirmek için Yusuf Gümüşel ve Kadir İstekli’nin tutuklanması ve davanın erkene çekilmesi gibi önlemler aldılar.

DEVLETTE KADROLAŞIYORLAR

Ancak Türkiye’de tarikat ve cemaatlerle ilgili çok önemli bir sorun vardır. Her biri binlerce müride sahip olan tarikat ve cemaatlerin hemen hepsi ( istisnalar hariç) devlete sızmaya, devlette kadrolaşmaya özel bir önem vermekte ve AKP iktidarı sayesinde istediklerini de elde etmektedirler.

Yine her biri yüzlerce taşınmazdan kira geliri elde etmekte, pek çok şirket kurup işletmektedir. Tarikat ve cemaatlerin birer fiili holding haline geldiği ülkemizde, artık tarikatlara ve cemaatlere ait üniversitelerden, hastanelerden, yurtlardan söz edilmektedir.

Dahası, artık cemaat ve tarikatler, kurdukları vakıflar aracılığıyla kamu otoriteleri üzerinde açıktan baskı oluşturmakta ve başkalarının yaşam tarzına müdahale etmekte, örneğin konser yasaklatmakta veya çeşitli etkinlikleri iptal ettirmektedirler. Yine, Türkiye’nin “Kadına Yönelik Şiddete Karşı İstanbul Sözleşmesi”nden çekilmesinin de bu grupların yürüttüğü kampanyanın sonucu olduğu bilinmektedir.

Yine bu gruplar, en son örneğini kıymetli akademisyen Uğur Kutay’da gördüğümüz üzere, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerinde baskı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Mevcut anti-demokratik yasaların dahi suç saymadığı sözleri “inanca saldırı” ilan edip sosyal linç kampanyaları tertiplemektedirler.

H.K.G’ye 6 yaşından itibaren uygulanan tecavüzün haberini ilk ortaya çıkaran gazeteci Timur Soykan hakkında sosyal medyada yürüttükleri ‘tutuklansın’ kampanyası da anımsanacaktır. Şimdi aynı gruplar, tecavüz mağduru H.K.G’nin kimliğini deşifre edip ona sosyal linç uygulamaktadırlar.

Kamu gücüne bu biçimlerde ortak oldukları ve olağanüstü bir ekonomik güç biriktirdikleri halde tarikat ve cemaatler şeffaf ve açık değillerdir. Denetlenememektedirler. Kimin hangi tarikatın veya cemaatin mensubu olduğu bilinememektedir. Hangi dükkanların hangi konutları kiralarını tarikat veya cemaatlere gittiği belirsizdir. Hangi şirketlerin onlara ait olduğu kayıtlı değildir. Hangi hakimlerin, hangi savcıların, hangi polislerin, hangi askerlerin, hangi doktorların tarikat veya cemaat mensubu oldu bir sırdır.

Devlete açılan kadroları, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana tarikat ve cemaatlerden alınan listelerle doldurmak, bu iktidarın bir alışkanlığı haline gelmiştir. Karşılığında ise bu kadrolardan tam biat beklemekte böylece devlet üzerindeki parti hakimiyetine sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Türkiye bu yoldan adım adım bir parti devletine doğru dönüştürülmektedir ancak geçmişteki örneklerde de gördüğümüz gibi nihayetinde her biri kendi şeyhini mutlak otorite gören bu kadroların biatı esasta yalnızca kendi şeyhinedir.

Devletteki bu yoğun kadrolaşma faaliyeti tarikat ve cemaatleri birer sivil toplum kuruluşu sanan veya sayan kişilerin bu iddiasını da çürütmektedir. Tarikat ve cemaatler iki açıdan sivil toplum kuruluşu sayılamazlar: İlkin bireysel üyelik esasına dayanmazlar, şeyhe manevi biat esasına dayanırlar. Şeyh mutlak otorite sahibidir, seçilmez, ölünce yetkilerini oğluna devreder. İkinci olarak ise tarikat ve cemaatlerin her birisi belli oranda devletleşmiştir, siyasi partilerle iç içedir dahası her biri aynı zamanda birer fiili şirket gibidir.

Dolayısıyla aslında karşımızda gayri nizami oluşumlar vardır ve devlet içinde paralel yapılar kurmuşlardır. Kapitalist holdinglere dönüşmüşlerdir; emlak portföyleri oluşturmuşlardır; multi milyarlık bütçelere sahiptirler ama tümü kayıt dışıdır tümü gizli biçimde yapılmaktadır.

DEVLET KAYNAKLARINI KULLANIYORLAR

Mevcut iktidar bu yapılara ne istiyorlarsa vermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı onlara ait vakıflarla sözleşmeler yaparak kamuya ait olması gereken eğitim görevini tarikatlara devretmektedir. Devlet yeterli sayıda yurt yapmayarak yoksul öğrencileri tarikatlara ait yurtlara mahkum etmektedir. İslami kültürde saygın bir yeri olan ‘Vakıf’ olgusu da bu tarikat ve cemaatlerin elinde içeriğinden boşaltılmıştır. Zira normalde vakıf; ekonomik kaynağı özel kişilerin vakfedeceği zenginlikten alması gereken sivil bir girişimken, bu gruplara ait vakıflar ise neredeyse tümüyle devlet kaynaklarından yararlanmaktadır. Yurttaşların ödediği vergiler, bu yolla bedelsiz olarak bu vakıflara akıtılmaktadır.

Daha da önemlisi, bu çıkar grupları kendilerini ‘kutsal’ bir perdenin arkasına gizlemektedirler. Açıkça suç işlediklerinde dahi, buna dair yapılan haberleri bile “İslam’a saldırı” olarak lanse etmekte, üzerinde oturdukları devasa rant ekonomisini bu yolla muhafaza etmeye çalışmaktadırlar. İktidar partisi, elindeki devasa medya gücüyle, gerekirse yargı erkini de kullanarak, tarikat ve cemaatleri kamusal denetiminin ve eleştirinin dışında tutmaya çalışmaktadır.

Oysa bu denli devletleşen, bu denli büyük bir ekonomik güce sahip olan, dahası toplumsal hayata müdahale eden tarikat ve cemaatlerin toplumunun eleştirisi ve tartışması dışında tutulması mümkün değildir. Her tarikatın veya cemaatin İslam’a getirdiği özgün yorum, ibadet biçimlerinde telkin ettiği farklılıklar kendisini bağlar; ama dünyevi işleri tümüyle açık, şeffaf, denetlenebilir olmalıdır.

Bu yazı Artıgerçek’den alınmıştır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here